ABD seçimleri ve sonrası – Selim Kuneralp

5 Kasım tarihinde yapılan ABD Başkanlık ve Kongre seçimleri bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok büyük ilgi uyandırdı. 2024 yılı içinde dünyanın bütün bölgelerinde onlarca seçim düzenlendi.  Hatta bu yılki seçim sayısının bir rekor teşkil ettiği de söylendi.  Ancak hiç birisi ABD seçimleri kadar dikkat çekmedi. Bu da bütün iddialara rağmen ABD’nin hala bütün dünyayı etkileyecek bir güce sahip olduğunun göstergesidir sanırım.

Seçimler hakkında bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde çok mürekkep aktı, sayısız yazılarda, televizyon programlarında ve sosyal medya yayınlarında seçimlerin değerlendirmesi, dünya, bölgemiz ve ülkemiz üzerindeki etkileri, uzun uzadıya incelendi, tahlil edildi.  Bu yazımda belirteceğim görüşlerin başkaları tarafından dile getirilmediğini iddia edemem.  Yine de belki okuyucularımızın bazıları konu ile ilgili görüşlerimi öğrenmek ister diye bu yazıyı kaleme aldım.

İlk tespitim kamuoyu yoklamalarının yine yanıldığı yönünde.  Stalin serbest seçim sevmediğini, çünkü neticelerini tahmin etmenin mümkün olmadığını söylerdi. Gerçekten de bu seçimleri Cumhuriyetçilerin açık ara kazanacağını pek kimse tahmin etmiyordu.  Gördüğüm çoğu tahminler Demokrat aday Harris’in az bir oy farkla önde geleceğini, ancak bu farkın ABD seçim sisteminin özelliklerinden birini teşkil eden ve ülkenin federal yapısını yansıtan Seçiciler Kurulunda (Electoral College) yeterli sandalye almasına kafi gelmeyeceği yolundaydı.  Hatta diğer eyaletlerden farklı olarak seçimden seçime desteklerini değiştirdikleri için salıncak (swing) olarak tanımlanan yedi eyaletin hangilerinde Trump’un, hangilerinde Harris’in önde geldiği belirlenmeye çalışılmış, farklı tahminlerde bulunulmuş, ancak hepsinin açık arayla Trump’a oy vereceği öngörülmemişti.

Seçmenin sadece %1’ini teşkil eden Michigan eyaletindeki Müslümanların ve/veya Arapların Biden yönetiminin Gazze politikasına kızdıkları için Harris’e oy vermeyecekleri ve seçimleri onun kaybetmesine sebep olacakları da ülkemiz dahil bir çok yerde iddia edildi.  Sonradan Michigan eyaletindeki seçmenlerin %1 Müslüman ve/veya Arap  ise, %2’sinin de Musevi olduğu ortaya çıktı. Bunların da tamamının Biden’ın Orta Doğu politikasına karşı oldukları ve dolayısıyla Harris’i cezalandırmak istedikleri tabiatıyla söylenemez.  Kaldı ki Müslümanların Harris’i desteklememe yaklaşımının arkasında bir kadını Başkan olarak görmeye hazır olmamalarını iddia edenlerin sayısı az değil.  Ve tabi bu görüşte olanların arasında sayıları çok daha fazla olan eğitim düzeyi nispeten düşük, orta yaşlı erkekler olduğunu görüyoruz. ABD halkının henüz bir kadın başkana hele rengi beyaz değilse hazır olmadığı maalesef bu seçimde de belli oldu.  Neticede Trump salıncak eyaletlerinin tümünü hem de açık farkla kazanmış oldu.  Hatırlanacağı üzere 2016 yılında oy çokluğunu Demokrat aday Hillary Clinton almış, ancak yukarıda bahsettiğim ABD seçim sisteminin özellikleri nedeniyle Trump Seçiciler Kurulunda kazandığı  sandalye sayısının daha fazla olması nedeniyle başkan seçilmişti.  Hatta sistemin demokratik olmadığı ve değiştirilmesi gerektiği tartışılmış ancak bu tartışma netice vermemişti.  Bu defa ise Trump hem oyların çoğunluğunu, hem Seçiciler Kurulundaki sandalye sayısının çoğunluğunu almış, daha da öteye giderek, partisi Senatodaki çoğunluğu Demokratlardan almış ve Temsilciler Meclisindeki çoğunluğu da muhafaza etmiştir.   Başkanın partisinin Beyaz Saraydan başka Kongrenin iki kanadını elinde tutması Biden’e nasip olmamıştı.  Trump da önceki döneminin ilk iki yılda sahip olduğu bu imkanı ara seçimlerde kaybetmişti.

Tabii Harris’in tek zayıf noktası  kadın olması değildi.  Bunun da analizi çokça yapıldı.  Biden’in seçimlerden çekilme kararını geç alması, Harris’in dört yıla yakın bir süre arka planda tutulduktan sonra birden bire aday olarak öne sürülmeye hazır olmaması, Biden yönetiminin kaçak göçe karşı etkili tedbir alamaması ve pandemiden sonra düzlüğe çıkmasına rağmen ekonominin meyvelerinin orta sınıfa ulaşmaması gibi nedenler Harris’in yenilgisini izah etti.  Enflasyon pandemi sırasında %9’lara kadar çıkmışken, şimdi %2,6’larda olmasının yönetim aleyhine kullanılır olması beni acı acı güldürdü doğrusu zira ABD’nin yıllık enflasyon oranına biz 15-20 günde ulaşıyoruz ne yazık ki.

Aslında bence gerçek neden ABD seçmeninin ciddi bir şekilde sağa kaymış olmasıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi yüksek öğrenim görmemiş orta yaşlı beyaz erkekler ağırlıklı olarak Trump’e oy verirken, Harris’in dayandığı farz edilen gençler, siyahiler, kadınlar ve yüksek öğrenim sahibi olanlar kendisine yeterli destek vermemiş görünüyorlar. Halkın az da olsa çoğunluğunun da eğitimli elitlere tepki gösterdiği, onların sahip olduğu liberal değerleri paylaşmadığı seçim neticeleriyle anlaşıldı. Haritaya bakınca ülkemizdeki durumu andıran bir manzara ile karşılaşıyoruz.  Trump’un çadır kurduğu Florida ve yakınındaki eyaletler hariç Batı ve Doğu yakasındaki sahil eyaletlerinde Demokratlar önde giderken, ülkenin sahillerden uzak eyaletleri Cumhuriyetçilere oy vermişler. 

Neticede ABD bu seçimlerde bir çok ilki yaşadı. 1892 yılından bu yana ilk defa bir başkan yenilgiden sonra onu tekrar Beyaza Saraya götürecek seçim kazanmıştır.  Tarihte ilk defa hüküm giymiş bir kişi hem başkanlığa aday, hem de başkan olabilmiştir.  Üstelik yukarıda da belirttiğim gibi Trump’un partisi Kongrede çoğunluğa sahip, ayrıca Yüksek Mahkemeye önceki döneminde yaptığı atamalar sayesinde onu da kontrol edebilmektedir.  Önümüzdeki yıllarda ayrılmaları beklenen en az iki hakimin yerine yapabileceği atamalarla bu kontrolu iyice pekiştirebilecektir. Özetle, Trump’un karşısında hiç bir fren kalmamıştır.  ABD sisteminin gücünü teşkil eden ve şimdiye kadar iyi çalıştığı inkar edilemeyecek güçler dengesi bu defa olmayacaktır.

Tabii Trump’un ikinci dönem için dört yıl aradan sonra tekrar seçilmiş olmasının bir neticesi ABD anayasasının başkanı iki dönemle sınırlamasının sebebiyle tekrar aday olmayacağıdır.  Bu da bir ilktir ve gücünü kısa bir süre sonra azaltmaya başlatacak bir durumdur.  2028 seçimlerinin hazırlıkları 2026 yılında başlayacaktır.  Kendisi aday olamayacağına göre başkan yardımcısı J.D. Vance aday adayı olacaktır.  Şimdiden işaretlerini görmeye başlıyoruz.  Zaman geçtikçe ve seçimler yaklaştıkça Trump’un partisini kontrol etmesi güçleşecektir. Çok radikal uygulamalara giderse bunun seçimlerde partinin aleyhine çalışacağı endişesi duyulacaktır.  Üstelik Temsilciler Meclisinin tamamının, Senatonun da 1/3 yenileme seçimleri yine 2026’dta yapılacaktır.  Dolayısıyla Trump’un ülkeyi rahat bir şekilde idare edebileceği dönem iki yılla sınırlıdır diyebiliriz.  Aslında yaptığı alışılmamış türden atamaların en az bazılarının Senato tarafından onaylanmama ihtimali karşısında, bir yolunu bulup onay olmaksızın bu atamaları gerçekleştirmeye çalışacağı söylenmektedir. En az iki Cumhuriyetçi senatör şimdiden ona karşı baş kaldırmış durumda. Bu da kaotik durumun erkenden baş göstereceğinin işareti olabilir.

Trump’un bir özelliği de ne yapacağının öngörülemez olmasıdır.  Bir gün bir şey söyler, ertesi gün tersini yapar.  Her şeyi bir iş ilişkisi ve al-ver olarak gördüğü söylenmektedir.  Kişisel temaslara büyük önem vermekte, bütün sorunları bir iş görüşmesi yaparcasına baş başa görüşmelerde çözebileceğine inanmaktadır. İlk döneminde Kuzey Kore diktatörü Kim Jong-un ile üç defa görüşmüş, hatta ateş kes hattından Kuzey Kore’ye birkaç adım bile atmıştır.  Ülkeyi üç nesilden beri yöneten diktatörlerin hiç birisiyle hiçbir ABD başkanı daha önce görüşmediği gibi hiç birisi de Kuzey Kore’ye ayak basmamıştı.  Ve tabii bu temasların hiçbir netice vermediğini hatırlatmaya gerek bile yok.

Trump’un ne yapacağını açıkça belirtmemiş olması ve seçimlerde herkese istediğini vaat etmiş bulunması kazanmasını sağlayan faktörlerden birisi olmuştur muhakkak.  Ancak bütün dünya ne yapacağını merakla beklemektedir.  Bu merak ABD’nin geleneksel müttefikleri olan AB, Birleşik Krallık gibi ülkelerde endişeye dönüşmüşken, tek adam rejimleri tarafından yönetilen Macaristan başta olmak üzere başka ülkelerde sevince dönüşmektedir.  Netanyahu’nun da sevinenler arasında olduğuna şüphe yok.  Putin pek göstermese de muhtemelen memnundur çünkü Trump’un Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitireceğine ilişkin sözünü Ukrayna’yı açıkta bırakacağının işareti olarak görmektedir. Kimi yorumculara göre ise bir çözüm için ortaya koyacağı formülü Putin reddederse Trump’un petrol ve gaz üretimine hız vererek fiyatlarını düşürmesi ve dolayısıyla zaten sıkıntıda olan Rusya ekonomisi çökme noktasına itmesi ihtimal dahilindedir. Gerçekten de görevi devraldıktan sonra ilk icraatının Ukrayna’yı Putin’e teslim etmek anlamına gelecek bir çözümü dayatması pek beklenmemektedir. 

Yeni yönetimin Batıda yarattığı endişenin kaynağında ise ABD’nin 1920 ve 1930’larda olduğu gibi sırtını dış dünyaya ve özellikle Avrupa’ya çevirme ihtimalidir. Birinci Dünya Savaşının müttefikler tarafından kazanılmasında ağırlıklı bir rolü olmasına rağmen, ABD diğer müttefiklerle birlikte  Almanya ile imzaladığı Versailles barış anlaşmasını onaylamamış, diğer barış anlaşmalarının hiç birine, Lozan dahil iştirak etmemiş, Birleşmiş Milletlerin selefi olan Milletler Cemiyetine üye olmamış, Montrö Konferansına da katılmamıştı.  Japonya 1941 senesinde Pearl Harbor’da ABD’ne saldırmamış olsaydı ve Almanya da müttefiki Japonya ile tesanüt içinde ABD’ne savaş ilan etmiş olmasaydı, ABD muhtemelen İkinci Dünya Savaşına katılmazdı.  Ancak savaştan sonra ki 80 yıl içinde başta Avrupa’nın savunması olmak üzere dünya sahnesinde bazen iyi bazen kötü bir rol oynamıştır.  Öyle anlaşılıyor ki ABD halkı bu duruma son vermek istiyor. Bu isteğin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini zaman gösterecektir.   

Ülkemizde Trump’un seçilmesi ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılanmıştı.  İktidar da Trump gibi kişisel temaslara önem vermektedir.  Biden yönetimiyle bu temasların pek sınırlı olduğu biliniyor.  Cumhurbaşkanı Biden döneminde Beyaz Saraya davet edilmedi.  Buna karşılık Kıbrıs (Rum) Cumhurbaşkanı dahil sayısız lider orada kabul edildi.  Biden ülkemizi de ziyaret etmedi. Onun döneminde S400-F35 sarmalında ve Suriye açmazında herhangi bir ilerleme kaydedilmedi.  Tersine ilişkiler baş aşağıya doğru gider oldu.

Bazı gözlemciler Trump’un Suriye’deki 900 ABD askerini geri çekeceğini, YPG/PYD’ye desteğini keseceğini bekliyorlar.  Gerçekten de önceki döneminde Trump böyle bir arzuyu dile getirmiş, ancak askeri danışmanları tarafından vazgeçirilmişti.  Şahsen ABD desteğinin kesilmesinin o kadar kolay olmadığını düşünüyorum zira YPG/PYD’nin gözetimindeki kamplarda 10.000 kadar İŞİD’ci terörist ve ailelerinin bulunduğu bilinmektedir.  ABD ve ona refakat eden diğer Batı ülkelerinin kuvvetleri çekilirse bu kampların akıbeti sadece Batı için değil, aynı zamanda Rusya için de ciddi bir sorun olacaktır.  Kaldı ki ABD’nin boşaltacağı alana İran’ın yerleşme ihtimalini de gözden çıkarmamak lazım.  Bu da herhalde işimize gelmeyecektir.

Trump yönetiminin neler yapacağı, neler yapmayacağı önümüzdeki dönemi işgal edecek konuların başında gelmektedir şüphesiz.  ABD’nin bu kadar büyük belirsizliklere ve öngörülemezliklere gebe olduğu bir dönem herhalde daha önce yaşanmamıştır.    

Leave a Reply